I'm a Cyborg, but that's OK

Daha şimdi izlediğim film beni blog tutmaya yönlendirdi. Güzel, yani bence dehşet-ül vahşet kalitede, filmler izlediğimi düşünüyorum. O yüzden "lan bi dakka ya, bi dakka, ben niye blog yazmiyim ki, niye kendi hâlimde blog yazarak yazı becerilerimi geliştirmiyim ki?" diye bir düşünce fırtınası yaparak gelip blog açtım.

Öncelikle, Uzakdoğu sineması bana fazlasıyla itici gelirdi ve görsel kalite ön plandaydı. Örneğin, çok kaliteli animeleri "bu ne ya, böyle bi çizim var!" diye ertelemiş, izledikten sonraysa çok pişman olmuştum. Uzakdoğu sinemasına Kurosawa'nın Rashomon'uyla girdim, girer girmez de o film benim hayatımın filmi oldu desem yalan olmaz.


E artık film:
I'm a Cyborg, but that's OK. Bazen iş çıkışı, sınav çıkışı ya da başka bi sebepten ötürü streslisinizdir de kendi hâlinde bi deli görüüp, "lan var ya, keşke şu adam gibi temizce sıyırsam da rahatlasam," dersiniz. Bu film de o kıvamda, insanı deli olmaya teşvik eden (!) ve içinde tatlı delilerimizin olduğu bi film. Kendisi Güney Koreli. Fazlasıyla yaratıcı, mekan, müzik, sinematografiyi kullanma açısından Oldboy'da kusursuz bi iş çıkarmış, benim Kore film endüstrisine sıcak bakmamı sağlamıştı. I'm a Cyborg, but that's OK filmi biraz Kevin Spacey'nin oynadığı K-PAX'i andırdı. 
K-PAX'te asıl karakterimiz deli mi, yoksa uzaylı mı ikileminde -filmi bitirdikten sonra bile- kalmıştım. I'm a Cyborg, but that's OK'de asıl karakter gerçekten bir Cyborg mu diye düşündüm ama film bunu anlatmaya çalışmadığı için üzerinde durmadım. Başlarında çok kasıp, "ya şimdi bu neydi, bu olay ne zaman oldu, sesler nerden geliyo..." gibi düşüncelere gark olmuştum. Öyle yapmak yerine bi yerden sonra bırakıp filme odaklandım ve keyif aldım. 
Film, insan ilişkilerine, geçmişlere, ne kadar akıllı ya da fazlasıyla kibar olsalar bile tımarhaneye (bu tabir umarım uygundur da zenciye zenci demek yerine siyahi diyen insanlar beni linç etmez) koyululan insanları anlatıyor. Daha büyük bi kafesten daha küçük bi kafese gittikleri için pek sorun olmuyor gibi. Zira oraya düşmesinin tek sebebi, yolda kaza olduğunu görüp kazazedelerden özür dilemek olan biri bile var. O ve diğerleri de gayet zararsız, kendi hâllerinde, tatlı, temizce sıyırmışlar. Filmdeki kötü karakter denebilecek tek kişi var o da sonrasında iyilik emaresi gösteriyor zaten. 
Bu öyle bi film ki hiçbir janra uymuyor. İnsanlık hâli sürekli bi şeyleri kıyaslayıp birinciler, ikinciler buluyoruz, hayatımız Top 10'lerden oluşuyor, anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsunlarla çocukları sıkboğaz ediyoruz, en güzeller ve en çirkinler var hayatımızda. Ama bi anda gelen 'napıyorum ben ya' hissiyle vazgeçer, carpe diemci kesilir ve o hisle beraber elimizdeki işten keyif almaya başlarız. Filmi izlerken bi kategoriye sokmak istedim ben de, içinde bilimkurguya ait ögeler olduğu gibi büyülü gerçekçilikten de var; dram olduğu kadar bi komedi filmi de. Hâl böyle olunca ve film de böylesine leziz olunca ben de, "amaaan yeaa neyse ne," deyip filmden fazlasıyla keyif almıştım. Aslında bu olay sanırım izlediğim diğer Kore filmlerinde de vardı. Gweomul filmi ne kadar dram olsa da hastane sahnesini on kere izleyip gülmem gibi, ya da Oldboy'un hayli dram olmasına rağmen yüzümde tebessüm bırakabilmesi gibi. I'm a Cyborg, but that's OK filminin ödül alıp almadığını veya hangi meşhur gazetedeki bilmem hangi meşhur eleştirmence yazılmış meşhur demeçlerini yazmaya gerek duymuyorum. Verilen ödüller de yazılan demeçler kadar göreceli; çünkü kendimden bilirim ki IMDB'de Asrın Filmi seçilen Esaretin Bedeli filminin bana hiç çekici gelmemesi gibi. Başkasının Oscar verdiği bi filmi siz beğenmeyebilir, hatta yarısında kapatabilirsiniz. Sadece bu yönetmenin Oldboy filmini izleyin, teknik ve hikâye bakımından severseniz diğer filmlerine de şans verirsiniz derim.

From Portakal with culture,
Portakal Prevails!
Çekirdeksiz Portakal.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Black Mirror Röportajı

William Morris'in "The Forest"ının çevirisi